Yeni bir güne uyanıyorum yeni umutlara değil.
Yüzümü yıkıyorum, mutsuzluklar silinmiyor.
Sahi, benimle yürüyen, bazen adımlarımı geriye doğru iten, en mutlu anlarımda bile yanağımdaki busenin boynunu büken bir mutsuzlukla nereye kadar yaşanırdı?
Ellerimi şehirlerce uzatsam dünyalarca uzaklaşıyor, bir toz bulutu gibi yok oluyorsun.
Ne garip değil mi?
İçimin hüzünü bir dağı büsbütün saran karlar gibi. Bu çaresiz bekleyişlerim ölen birinin arkasından bakıp dünyanın boşluğuna atlayan, gözleri açık diye yaşıyor sanılan, ama aslında yaşamak için bir nedeni kalmayan bir insanın bekleyişleriyle aynı derecedeydi.
Sadece ölen bir insan için duyabilirim bunca hüznü.
Hiç gelemeyecek olmasına karşın verdiğim o ihtimalin, o ağır yükünün altında kalışımı taşıyamıyorum sadece bazen. Sanki sırtımda tonlarca ağırlık var diye dayanamayıp yere çakılıyorum.
Ah gerçekler !
Ne vardı bir kamyon yüküyle yüzümüze çarpacak. Ne vardı bunca hüznü bardaktan boşalırcasına buz gibi suyla başımızdan aşağı dökecek.
Kandırsanız biraz, az da olsa avutsanız bizi kucağınıza alıp ninniler söyleseniz, bir yalanla sallaya, sallaya huzurlu bir şekilde uyutsanız.
Ne zaman kendini kandıran bir insan görsem içinde seni yaşatan beni görüyorum ne zaman, kapı gibi bir gerçek görsem seni anımsıyorum, sonra daha da gerçek olan yokluğunla çarpışıyorum. Allak bullak oluyorum, sallanan bir masanın üzerindeki bardağın içinde, herşeyden habersiz masa yüzünden dengesi bozulan berrak bir su gibi dalga, dalga çarpıyor duygularım kalbimin duvarlarına.
Yüreğim ağırlaşıyor nefes nefese kalıyorum. İçimdeki mezarına gömülmek ve birdaha hiç dönmemek üzere gitmek istiyorum kendime.
İnsan kendine nasıl giderdi peki ?
Her yere giderdi, her yolu geçerdi fakat kendi içine gidebilmek için kilometrelerce koşardı. Orada yüzleşmek istemediği ne kadar gerçek varsa teker teker kalbine birer hançer gibi saplanıp kalırdı.
Kendine uğrayamadan hatta bir selam bile veremeden ölürdü belki de insan…