Ercüment

             “Check, Check! Kaptan pilotunuz konuşuyor. Sayın yolcularımız Türk Hava Yolları TK3807 sefer sayılı Boeing 730 tipi uçağımıza hoşgeldiniz. Bizler daima sizleri sevdiklerinize ulaştırmak için varız. Bazen gökyüzünde bulutlar, bazen güneş ve ay; ancak daima bize sizler eşlik edersiniz. Yüzünüzden hüzün yerine gülücük görmek bizlere her zaman enerji depolar. Bunun bilinciyle her sabaha umutla uyanırız. Bugün sevgili yardımcı pilot arkadaşım Zeynep Tanyalçın ile ben pilotunuz Ercüment Konuksever sizlere eşlik edeceğiz. Yolculuğumuz boyunca tavan istek butonlarını kullanarak bizlere ulaşabilirsiniz. Mutlu bir birlikteliğimizin başlangıcı olması dileğimizle.. “

– Ercüment Konuksever…

“Doğru muydu duyduklarım? Ben mi anons ettim biraz önce?” diye düşünmeden edemedi. Sahi normalde onun sözleriydi bunlar, hava kurumunun genel metniydi. Gözü kapalı harfiyen söyleyebilirdi. Basit bir hesapla 10 senelik pilotluk tecrübesinde belki de binlerce defa aynı metni seslendirmişti. Yerine göre yardımcı pilotlar değişirdi ancak ana metin hiç sekmeden bu haliyle söylenirdi. Bir de sefer sayısı elbette…

Havalimanının yer hizmetleri çalışanları son hazırlıklarını tamamlarken gözü onlardaydı. Ardından gözü kanatlara kaydı. Biraz sonra yükselecek olan kanatlara bakar halde dalıp gitmişti düşüncelere. Barizdi, uçuş boyu hayıflanacaktı yine. Kaderine küfredecekti. Bütün o ‘kaderini kendin yazarsın’ safsatalarına ayrıca sövecekti. Sahi kader neydi? Biri bizim yerimize yazar, çizerdi de biz oynar mıydık yalnızca? Birinin yıldızları her gece yaktığı gibi bizi de kurup oynatan biri mi vardı? Vladimir Mayakovski’nin şiirini seslendirmeye başladı istemsizce.

– Dinleyin! Bu yıldızları böyle, her gece, niçin yakarlar? Herhalde birisine gerekli diye, herhalde yanmalarını isteyen birisi var. Ve herhalde birisi, bu balgam parçalarını, inci diye…

             – Pardon?

             – Aah pardon!

“Balgam mı?” dedi hemen yanına yerleşen kadın, koltuğunu ayarlarken.

İşte şimdi sıçmıştı. Eğer düzgünce bir açıklama yapamazsa, en azından yapabildiğini düşünmezse, yolculuk boyunca paranoyalarına yenik düşüp çekinecekti kadından. Korktuğu hayıflanma hissini bile tam anlamıyla yaşayamayacaktı. “Alık!” dedi kendi kendine. “Kader diyordun, haydi karşı koy kaderine!”

             – Şey… Mayakovski, Vladimir Mayakovski… Rus şair… Dinley… Şiirinden…

             Tam da bir alığın sözleriydi düğüm düğüm olan cümlesi. Cümle bile demeye bin şahit isterdi. Tam da o an da kadının sıcak tebessümü hafifletti Ercüment’in iç sıkıntısını. Ezkaza kadının suratına değmemiş olsa Ercüment’in gözleri bunu da farkedemeyip iyice içine kaçacaktı. Neyse ki tebessümüne ufak bir tısıltıyı da ekledi kadın, böylece Ercüment’in gözlerini kendi üzerine çekme işini şansa bırakmamış oldu. Veya kadere…

             Tebessümden güç bulan Ercüment çekingenliğini kırar gibi olup bir soru sormaya yeltendi:

             – Kadere inanır mısınız?

             Peşi sıra paranoyalar doluştu beynine, daha cümlesi bitmeden. Sanrılarından biri miydi bu kadın? Sanardı Ercüment, hep sanardı… Yoldan geçen biri çakmak istemeye görsün, hemen kurmaya başlardı kafasında: Sanki dünya onun için varolmuştu. Herkes ona hizmet ediyordu sanki. Çakmağı boşuna istememişti adam, oyunda reyting kasıyor olmalıydı. Görünür olmak hevesindeydi. Ercüment’in gözünden yaşanan hayat yeryüzündeki tek hayattı. Bazı sanrılarına göre tek ana karakter Ercüment’tin kendisiydi. İşte o garibim adam da -cebinde çakmağı olduğu halde belki de- soruyordu Ercüment’e. Zavallı Ercüment…

             – Kadere mi? Elbette, elbette bir çizgi var bizim üzerinden gittiğimiz. Ancak değiştirilemez olduğunu sananlardan değilim. O zavallıcıklar kukla sanıyorlar kendilerini. Oysa değişir, belki yeni bir evren yaratır ama bunun bir önemi yoktur varolan evrenindeki kişi için. Diğer evrenleri ne bilebilir ne de hissedebilir…

             – Peki ya ‘psychic’se?

– Saykik?

Anlamıştı hemen: Kadının dillerle pek arası yoktu. Süper zekaydı Ercüment. Ta 8 yaşındayken öğretmeni farketmişti bunu. Çocukluk ve ilk gençlik hayatı boyunca da bunu sergilemişti zaten. Kafasına koyduğu her ne ise gitti ve aldı onu. Birincilikler ve madalyalarla doluydu geçmişi. Ama ne fayda! “Şimdi ancak yolcu koltuğuna oturab…” diye kıpırdadı dudakları.

– Efendim?

– Yok size söylemedim. Pardon ne sormuştunuz?

– Psişik demek istediniz galiba, onu sormuştum. Türkçesi varken ingilizce telaffuzunu kullanmanıza anlam veremediğim için sorguladım. Ama sorun yok, herkes her kelimeyi bilmek zorunda değil ne de olsa.

Anlayamamıştı, yine yanılmıştı. Nasıl olurdu? Kendine yönelik onca övgü dolu düşünce yüzerken zihninde, hepsini bir anda alabora etmişti kadın. Pek iyi biri değildi bu kadın. Öyle düşündü Ercüment. Kadın olsa olsa gösteriş budalasıydı. Artık her kime gösterecekse! Zavallı Ercüment…

– Sorunuza cevap vereyim. Psişikse elbette diğer evrenleri hissedebilir. Yani böyle bir kavram varsa ve biz bunu dilimizde kullanıyorsak, yoktur demek peşin yargılı olmak olacaktır. Bundan her zaman kaçınmışımdır. Ancak inanıyor muyum? Hayır. Diğer evrenleri hissediyorsa bile kanıtlayamadığı takdirde hiçbir bilimsel değeri yoktur. Ki kanıtlayamaz…

– Evet…

“Çok konuşkan biri bu, hem de ne kadar donanımlı cümleler kuruyor öyle…” diye düşündü Ercüment. Ve bir anda karar verdi: bu yolculuğu yolcu koltuğunda oluşuna hayıflanarak geçirmeyecekti. Anlatacaktı kadına, iletişim kuracaktı. Her şeyi danışacaktı, aklına gelen irili ufaklı her şeyi…

İrili ufaklı her şeyi abartmış olacak ki “İzmirliler küçüğe ufak der bilir misiniz?” diye sordu. Bu soru karşısında afallayan kadının suratında garip sıcak bir ifade belirdi ve gözleri bir başka güldü. Tanıdık bir şey söylemiş olmalıydı Ercüment. Anlık bir gurur hissetti Ercüment. Kadını sevindirmişti. Bir an için bile olsa güzel hislere götürmüştü kullandığı kelimeler. Ne mutlu Ercüment’e…

– Bilirim…

– Neyse kader diyorduk. Ben inanmak istemiyorum kadere. Ancak sürükleniyorum hanımefendi. Tutamıyorum zamanı, akıyor… Ben tam da akışın dışında, sıradışı bir eyleme kalkışayım her şey birbirine karışıyor adeta.

Sahiden de öyle oluyordu. Ercüment’in hayatında hiçbir kararı o vermemişti. Çevresini Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Kurumu belirlemişti. En yakın dostlarını bile lisedeki yurtlardan sorumlu müdür yardımcısı belirlemişti. Yalnızca neyi düşüneceğini seçebiliyordu. O yüzdendir ki düşünmeyi bir başka severdi. Televizyona daldı sanardı çevresindekiler oysa o hemen televizyonun yukarısından duvara odaklanmış düşünürken bulurdu kendini. Belgesel açardı her zaman çünkü diğer kanallarda çok sık reklam oynatılırdı. Diğer ana akım kanallardayken düşünce krizi gelirse avel avel reklam izliyor sanılmamak için belgesel seyrederdi.

“Lütfen kemerlerinizi bağlayınız!” diye anons edildi. O esnada farketti ki yine düşünce bulutuna sürüklenip önündeki koltuğun arkasına monte edilmiş dergilik filesinde parmaklarını gezdirirken buldu kendini. Gözlerini ise önündeki koltuğun sırtına dikmiş, boş boş seyrediyordu.

             -Çok sık düşüncelere dalıyorsunuz ve uzunca bir süre kalakalıyorsunuz. Böylesi kişileri hep ilgi çekici fikirli kişiler olarak görmüşümdür.

Elindeki kitabı göstererek “Bu nedenle şu kitabı okumak yerine sizi dinlemeyi tercih ederim doğrusu. Kimsiniz?” diye ekledi.

-Ercüment ben…

             “Sahi kimim ben? Nasıl tanımlanabilir ki biri. Kısaca mı anlatmalı yoksa uzun uzadıya çocukluktan mı başlanmalı?” diye düşünürken 4 saatlik uçuş sürecini hesaba katarak çocukluktan başlamayı uygun gördü Ercüment.

             -Şey… Ben…

Bu İçeriğe Emojiyle Tepki Ver
Çok Kızdım
Çok Kızdım
0
Tebrikler
Tebrikler
0
Aşık Oldum
Aşık Oldum
0
Aşırı Duygusal
Aşırı Duygusal
0
Wuuuu
Wuuuu
0
Çok Komik
Çok Komik
0

Bir yanıt yazın