O an sadece bir an kafamı kaldırıp etrafıma bakmak istedim. Her yer insan kalabalığı, masalar sıra sıra dizilmiş, hepsi bir ağızdan konuşuyor ama kimse kimseyi duymuyor. Sanki sinema da film arası verilmişte o sessizliğe girmeden önce son kez konuşur gibi durmadan kelimeler dökülüyor, hiç anlaşılmayan.
Ve birden önümden geçen bir adam. Üstüne beyaz bir tişört geçirmiş altında terliği tezat bir durum söz konusu. Anlaşılan acelesi var. Kahveyi hemen alıp gitmeye çalışması, telaşlı hali, dur durak bilmeden elinde ki metal parayı masaya vurmasından değil, gözlerinden belli. Ah o gözler! Mavi, yeşil, ela, siyah. Hiç fark etmedim gözleri ne renkti. Benim gördüğüm içinde kaybolmuşluğumdu. Öyle derin içten yürek delici bir bakışı vardı ki, ruhumu talan etti. Sanki, sanki üzerimde ki yas kalktı o gözleri gördüğüm de. İşte o an anladım ki hayat durdu. Ben o cafeye neden geldiğimi, üstünde çalıştığım projeyi, çevremde ki kahve kokusunu, dışarıdan gelen o berbat müziği hepsini unuttum.Şimdi evin arka bahçesinde ki o gizli kalmış merdivenler gibiyim. Herkesin orada olduğunu bildiği ama gizemi ile saklı kaldığı.
Ve o anda kavradım ki bazen saklı kalmak gerekmiyor. Güneşin doğuşunu izlediğimiz kadar batışını da görmek, arzular da kaybolmak, içimizde ki ışığı parlatmak, yüreğimizde ki zaafları göstermek…
Aslında biraz durup dinlensek, aşka hasret kalmak yerine onu doya doya yaşayıp kendimizi bulsak daha iyi olmaz mı?
Seni gördüğümden beri içimde kimsenin duymadığı bir ritm var sadece senin duyabileceğin. O yüzden artık duy beni, anla beni, yaşa beni saklı bahçemden çıkıyorum gör beni,bizi. Çünkü ben burdayım kafanı kaldırıp gözlerimi, bende ki seni görmen yeterli…