‘Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü” yürüyorum sokaklarda
ardıma dahi bakmadan kalabalıklar arasında. Kalabalıklar diyorum, aslında
yalnız yapayalnız… Sokaklar, tezgah satıcılarının yerini almış olan balık, sebze
ve kimi zamanda kıştan kalan bol parlatılmış meyvelerin kokularıyla dopdolu.
Her yüzde bir telaş, bir yorgunluk, bir sıcak yüz bulma umudu…
Ve deniz.
Meş’um maviliklerin koca koca yenilmezleri taşıyan, dünyanın türlü
merasimlerini barından efsuni bir rütbeye sahip; kimi zaman çok kızgın, kimi
zaman çok merhametli, çok koyu, çok aşksız ve de çok anıları içinde yaşatan,
büyüten, besleyen ve kimi zamanda yaşamaya son nefesi veren koca dünya.
Sadabat, bu kadar sessiz olur muydu? Talimhaneler çok boş, hareketsiz, sanki
içindekileri başka başka diyarlara göç ettirmiş gibi. İçimde bir kıvrılış, bir sağa
sola bakma ihtiyacı; acaba kendimi bulabilir miyim bu sahilde? Beklenen saat,
bekleyen ben, bekleten sıcak bir sima… Anadolu’nun Bağrından kopmuş,
yüzünde mazi hicranlarının izlerini ince ve derin çizgilerle alnında beliriveren,
nazif buğday alacası derisinin büyük yıkıntılara direnme sancıları taşıyan kadim
dost. Her şeye rağmen gözlerinde, hiç kesilmeyen uzaklara çok uzaklara dalan
ve bir umut şiirini ışınlar muhatabına. Dilinde efsuni bir masumiyet terennümü
zemheride bir damla güneş gibidir.
Deryadan kopan yosun kokusunu yüzlerimizde dans eden tuzlumsu köpükler
ve martıların muharebesi, coğrafyanın kaderini adeta bize tiyatro olarak sahneler
vaziyetteler. Sığ duygular, kuyunun dibinde katranlaşan düşünceler akmayan
Fırat misalidir. Zaman lütüfetli hasret yeni yine ve yeniden doğuyor ferinde
gözlerimizden. Bir hasbihalleşme ve dökülen adsız, simasız kelimelerin
güvercin kanatlarına intikalini izliyoruz kabarmış kulaklarımızla. Meğer bir
dünyayı evrenimizde barındırıyormuşuz da evrenden bihabersiz. Kaç defa
güvercinler deryaya uçtular, bilmiyorum; kaç defa nöbet değişimi geçirdiler hiç
saymadım veya sayamadım?
Meşakkatli yolculuk zamanı…
Unutmadan bir ülküye sahip olmanın ve bu ülküdeki davanın ne olduğunu da
Kadim Dosttan öğrenmiş olduk. İlk kez mi bilmiyorum lâkin mıh gibi beynime
Yavuz’un küpesi gibi de kulağıma işledi. “Bulunduğumuz konumun mevzuatına
tam layıkıyla iştirak etmekmiş.” der. Mihrimah Sultan’a selam duruyorum. O
eksilmeyen ve de hatıralarda kalıp hâlâ beynimizde ve artık iyice kan dolaşımını
kaybetmiş kalbimizde yeniden film şeridi gibi geçiyor Mihrimah. Yıllar önce
ceddin tam burada sana hayran hayran bakıp günün birinde duvağından süzülen
yaşları görmüş olmalılar ki; çokça da boşalacağını bilmiş olduklarından tam
tamamıyla deryayla fısıldaş ve kucaklaş diye eteğinden tutturmuş bu mavi gözü.
Efsel Bağı’nın notalarıyla yola çıkıp Mihrimah’a veda zamanın komutuyla
tabana kuvvet deyip martılarla göz göze koyulma vaktinin olduğunu anlıyoruz.
Duygular sarmalıyla aklım Mihrimah’a takılı. Diyorum kendisine:
Bugün günlerden ramazan ayının bilmem kaçıncı günü. Minareler, kubbeler ve
sütunlarda hayat bulmuş olan bütün canlılar her hücreleriyle niyetlerine
sadıkken; neden onlardan ilham alanlar, bu canlıların yaşamına iştirak
edemiyorlar? Kent vasfını şehir sıfatına eviren yedi tepeli değil miydi, her
tepesinde beş el kalkmış temennaya; içi boş, süslü ve aşinasız dergahlarda? Bu
maviliğin altı ve üstü ters huni mi ki uçuşuyor onca lâl kelâmlar? Bu şehir gül
kokmaz, bülbüllerin selâları yankılanmaz, laleler birbirlerini kıskanmaz mıydı?
Avnileri ve Muhibbileri dillere dizerken onca nidaları? Ne olmuş böyle
Mihrimah Ceddinin ülkesine???…