BAK YEŞİL YEŞİL GÖZLÜ RADYOLARIM…

Derler ki, eskiye rağbet olsaydı bit pazarına nur yağardı. Öyle midir acaba, her eski bu sınıflandırmaya girer mi? Gençlik, eskide kalan anılar, bizi mutlu eden eski materyaller… Belleğimizde tekrarını yaşayamadıklarımıza karşı özlemin bastırılması mı bu, bit pazarına düşen sadece pılı pırtı, var mı eski günlerini, gençliğini pazara çıkaran, kıyabilir miyiz, koysam bizden başka alıcısı çıkar mı?

Boşuna şarkısı yapılmamış, “Bak Yeşil Yeşil…” bakardı o da gittikçe artan yeşil tonuyla. Ses frekansı antenine gelir, ardından yavaştan, yükseğe doğru, duru ve akıcı bir ses “Burası, 240Kw,182khz uzun dalgadan yayın yapan Ankara radyosu. ” Diye seslenirdi Jülide Gülizar… Hatasız, güzel Türkçesiyle haberler akar giderdi.

Anladınız değil mi elli beş yaş üstünün can yoldaşı, arkadaşı yeşil lambalı radyodan söz ettiğimi. Köydeki evimize girmesi, sesi, yayın saatleri algılayamadığım yaşıma denk geliyor. Bizim odanın kalabalık olduğunu, Abdal dedikleri adamların konuk edildiği, Hz. Ali’nin Kan Kalesi’nin ezgi gibi okunduğunu, bunları hayal meyal hatırlıyorum. Meğer hem radyo dinlemek için hem de öykü, kitap vs. okumak için toplanırlarmış bizim odada, zamanla öğrendim. Elektrik olmadığına göre koca koca bataryalar ile çalışırmış radyomuz. Kendisini de sesini de hatırlamıyorum.

Kente göçtüğümüzden birkaç sene sonra kavradım radyo varlığını, anteni olduğunu, toprak hattı çekildiğini ve yeşil gözünü… Vuruldum gitti, kim vurulmazdı ki! Hele hele geceleri yeşil göz, ön paneldeki istasyonları gösteren ışık ve bir de lambayı kapatıp yattınız mı, o neydi o… Ramazan geceleri sahuru yapıp yattığımız da Karagöz ile Hacivat’ı öyle dinlerdik. Ah bir de istasyon ararken geceleri orta dalgada arama sesi uzaydan gelen sesler gibi tarif edemediğim hoş bir gıcırtı kulağımda hala var. Üç dalgalı, yeşil gözlü aşkımın uzun dalgasında Ankara radyosu reyting birincisiydi, gece gündüz sesi hiç susmazdı. Gündüz ulaşılmayan orta dalgada İstanbul Radyosu’nu Orta Anadolu insanının dilediğini hiç sanmıyorum, Marmara Bölgesinde çekiyor olmalıydı, geceleri de net ses gelmezdi, biz de hiçç tenezzül edip dinlemeye uğraşmazdık. Ama gece çekmeyen kısa dalgada Meteoroloji’nin Sesi, Polis ve Kıbrıs Bayrak radyoları gazino gibi akşama kadar konser verirlerdi. Her türlü müzik- bizim deyişimiz ile gavur müziği hariç- yayını yapılırdı. Öğleden önce 11.00, öğleden sonra 15.00’te meteoroloji mors alfabesi ile dıt, dıt, dıııtlayıncaya kadar kısa dalgada Polis Radyosundan sonra dinlenilen istasyondu. Polis radyosu da durur mu, diğeri hava durumu verirken, o da çalıntı kayıp haberlerini verirdi. Kulağımda en çok kalan Keçiören dolmuşlarında ne çok şeyin unutulduğu idi. Gençlerin çok rağbet ettiği bu kısa dalgayı, biz de ergen olunca bulmada gecikmedik. Behiye Aksoy, Nezahet Bayram, Nesrin Sipahi, Zeki Müren, Yıldırım Gürses, Erol Büyükburç, Alpay vs. niceleri kulağımızın pasını siler, gönül telimize dokunurlardı. Ev kadınlarının, kızların fal tuttukları, mutlu gülümsedikleri, kimi yüzlerinin asıldığı, ağlayanların olduğu, halı başından kalkıp, bulaşığı yarı bırakıp, ot süpürgeyi bir tarafa atıp, oyun havasına oynadıkları bir dönemdi işte.

Bizim emektar Nevtron gördüğüm ilk radyo idi, zamanla antensiz, önü piyona tuşları gibi dalga değiştirme düğmeleri olan hem pilli hem cereyanlı radyolar çıktı NE YEŞİLİ NE MAVİSİ GÖZÜMDE HEP GÖZLERİ yoktu onların artık, çıkınca bülbüller susturan reklamı ile yarışa giren Sierra, Grundig, Philips, Condor gelmişti gelmesine, ama ben ne öğrendimse bizim yaşlı kızdan öğrendim. Pikniğe götürülenleri, elde çanta gibi taşınanları bir fötr şapkalı görürsek o Alamancı radyosuydu. Sonradan hepimiz götürdük her yere, çoğaldıkça radyolar. Belki de kıskançlıktan kınadığımız Alamancılar gibi olduk. Meğer olmadığı için elimizde taşıyıp, pikniklere götüremezmişiz. Ardına el kadarları çıktı, serçe parmağımın tırnağından küçük çiplere dünyanın sığdırılacağını nereden bilirdik, şaştık kaldık, buncacık radyoya neler sığdırmışlar diye. Ama şu kadarını tahmin ediyorlar mıydı, yoksa yurtdışından gidip gelenlerden mi tüyo alınıyordu bilinmez, bunun resimlisi de çıkacakmış diyordu büyükler.

Geceleri ev erkekleri hele ki, küçük abim evde olduğu için cesaret edemezdik açmaya, babam veya onlar ne dinlerse biz de onları dinlerdik…

İlkokula başlamamıştım daha, radyoda Vatan cephesine girenlerin adlarının okunduğunu hayal meyal hatırlarım. Köyde DP ocak başkanı olan babam şehirde o cepheye girdi mi, girmedi mi bilemem, ama dinledikçe mest olurdu. Bunun tersi sonradan “Yassıada Saatinde” 27 Mayıs darbesi sonucunda toptan tutuklanan DP’nin saat 22.00 de mahkemesinin yayını başladı. Babamın ana avrat sövdüğü Salim Başol, gözyaşı döktüğü Menderes ne der ne söylerler bilemezdik, ama babamın tarafında olurduk, Menderes’e de acırdık. Aklımda kalan tek şey, canlı yayın yapan spikerin, “Sanıklar eli bağlı olarak mahkeme salonuna getirildiler.” O cümleden başka bir şey kalmadı aklımda tabi. Bir de bebek- köpek davası ortalıkta dolandı. Meğer Menderes evli kadınlarla… Siyasi yanlışlarını ileri yıllarda öğrendik, öğrenmesine, çocukluk sevgim de bitti, ama siyasi suçlardan idamı hiç kabul etmedim, ama bu ülke nice pırıl pırıl gençleri de astı. Şimdi düşünüyorum da halka açık mahkeme aslında ne kadar demokratça bir tutummuş.

Yayın saatleri arttıkça dinleme oranı artıkça kulağımıza daha çok ses geldiğinden radyo ile içli dışlı olmaya başladık.  Uğurlugil Ailesinin en sevimlisi Kalfa Bacıyı çok sevdik. Zeki Müren’in Pirelli lastikleri reklamında, “Merhabalaaar şoför arkadaşlar, gözünüz yolda kulağınız bende olsun efendim”le başlayan, Denizli horozları gibi “Allahaısmarladıııııııııııık,” ile biten şarkılı, sohbetlerini dinledik, saat 19.00 verilecek ajanstan önce Cihan Ünal’ ın sunduğu “Ansiklopediden Sayfalar” dan ilginç şeyler öğrendik. “Unutulmayan Hatıralar” da dinleyicilerden gelen gerçek hayat hikayelerinden hala etkilenip belleğimde tuttuklarım var. Orhan Boran ve Yuki yaaa…Ah unutulur mu?

Biraz kabarıp, ablamın da katkısı ile erkekler işte olduğu gündüzleri radyo hakimiyeti- anne faktörü etkisiz elemandı evimizde, o da zaten madem öyle dedi çekti gitti erkenden ahirete-bizlere geçince benim ilkokul beşinci sınıftan lise bitimine kadar, okul saatleri dışında; evdeki ablamın ev işi görürken, halı dokurken, yazları halı dokunmasına yardım ederken biz evin öğrencileri, dünyamız oldu hışırtılı, parazitli yeşil gözlü aşkımız. Biz ülkenin minik bir modeli olarak, hemen hemen her evde olan radyo tutkusunu temsil ediyorduk.

Bir gün, 09.20de başlayıp 10.00 biten Arkası Yarın “la, Kerim Afşar’ın o şahane sesini 9.Hariciye Koğuşu ile tanımış olduk, kadınlar, kızlar o sese âşık oldu, çocukluk hayranlığım bu yaşıma kadar sürdü, sürüyor, Youtube’de “Radyo Tiyatrosu. 1967 Yılında doğan yeğenimize boşuna Kerim ismi koydurmadık. Türk ve Dünya klasikler”ini sağ olsun ilk onlarla tanıdık, dinledik. Kitabına uygun, katkısız… Saat 11.00′ de öğlenci çocuklara yönelik yayınlanan “Çocuk Bahçesi” nin sabahçılar için 16.00 da tekrarı olurdu. İki Sene Mektep Tatili, Pal Sokağı Çocukları, Tom Sawyer, Antikacı Dükkânı gibi çocuk klasiklerini kimlerden dinlemedik ki… Ayten Uncuoğlu, Sungun Babacan, Köksal Engür, Rüştü Asyalı… perşembe günleri gençler için yayınlanan “Gençlik Saati”nde evin asi genç kızı Ayla Algan, Beklan Algan’ın seslendirdiği gençlik sorunlarını işleyen skeçler dinlerdik…Şart mıydı genç olmak, ne olursa dinleniliyordu, “Denizden baban çıksa yenir,” misali. Galiba perşembe gecesi olacak, “Mikrofonda Tiyatro “saati olurdu, jenerik müziği neydi öyle, tüylerimi diken diken eden. Ama neler seslendirilirdi… Neler…

Cumartesi günleri bizim evde, hatta mahallemizde, hatta şehrimizde, ülkemizde çok sevilmeyen ve dinlenilmeyen, ama önce kulak misafiri olduğumuz, sonradan farkında olmadan sevdiğimiz Mozart, Bethoven, Çaykovski gibi üstatların adları ve bazı eserleri kaldı anımızda. Opera saati bile vardı pazar günleri, gündüz uzun dalga Ankara Radyosu çektiği için, her ev aynı anda aynı şeyleri dinlerdi. Eğriye eğri, doğruya doğru sevmediğimiz bu operalara pazar günleri yakalanırdık, bilmiyorum ülkede kaç aile dinlerdi, bizde sopranonun çığlığı başlayınca fazla bağırtmadan kapatılırdı. Bu konuda yalnız olmadığımızı ertesi günü okulda öğrenirdik. Şimdi çocuklar nasıl ki okullarda dizileri konuşuyor, bizler de aynıydık.

  – Dinlediniz mi o kadını nasıl çığlık atıyordu.

  – Hemen kapattırdı babam, bağırtıp durdurmayın şu karıyı, diye.

  – Annem çimdik yemiş gibi ne bağırıyor, beynimi deldi, diye o da kapattı.

Ne anlatsam ki ben; Meclis saati mi, daha küçükken sabahın köründe jimnastik mi yaptırılmazdı, “Kolları aç, kapa, aç kapa” diye. 07.30 haber saatinden sonra bizlere günaydın diyen Demirbank’ı mı?

  – İyi günler sayın dinleyiciler, burası Ali Sami Yen Stadı, karşınızda Necati Karakaya, Orhan Ayhan, Halit Kıvanç diye başlayıp, top hızını tutturmak için hızlı hızlı” Toopp Metin’ (Oktay)de, Beşiktaş kalesinde Özcan dikkatli, şuuuuut ve gollll! Ama Özcan kolunu tutuyor, çarpan top kolunu kırmış. Olamaz böyle güçlü şut,” diye bas bas bağıran spikerin sesi kaç evden çıkıp, birbirine karışırdı. Sokakta, avlu içinde; yaşa, varol, goool, senin gibi hakeme yuhhh sesleri maç bitene kadar devam ederdi. Plonjon, şandel, korner, degaj onları elbette o maç naklen yayınlarından öğrendik. Ellerinde spor toto kuponu erkekler neden kulağını iyice yaklaştırarak dinlerlerdi ki maçları, daha yaşlı erkekler de ajansı? İlla Kulak yapışacak.

Kahvehanelerde bangır bangır bağıran radyolar; daha düşük sesle atölyelerde, işliklerde, ayakkabı tamircileri, terziler, manav, kasap ve bakkallara mesai arkadaşı olarak eşlik ederlerdi. Bunlarla kalmaz radyolar, büyük işletmeler, kamu hizmeti veren kurumlarda müdürlerin, şeflerin odalarında masalarında büyüklü, küçüklü yerlerini alır sesini iyice kısarak, işyeri ciddiyetine yakışır hizmet verirdi. Sıkıcı iş saatlerinde ruhu dinlendiren muhabbet kuşuydular. Birkaç masa öteden duyulan ezgilerde, uzak hayallere, diyarlara, anılara dalar gidenler az değildi… Hatta sesinin biraz daha açılması istediğinde; yazılar bırakılır, dolma kalem elde, hesap makinesi durdurulur, daktilolar susar, yakılan sigaralar eşliğinde gözler yarı kapalı kulak oraya verilirdi.

“Benim radyo sesi seninkinden, yok benimkisinin daha gür,” diye yarışa sokulan radyoların içinde ne olduğu bir zaman merak konusu olmuştu, hatta merak edenlerden sökenler bile olmuştu. Ben de denedim, boyum rafına erdiğinde, arkasındaki deliklere gözümü uydurup çok aradım minik insanları. Radyonun içinde küçük bir sahne, küçük bir Zeki Müren çıkıp söylüyor zannederdim.

Duvara monte edilmiş özel rafında, çocukları az veya yetişkini çok evlerde sehpa, masa üzerinde, ev hanımının geldiği gün bin hevesle ördüğü dantelle örtülmüş, evde ilk tozu alınan bu harika alet, neler konuşmazdı ki…Yurttan Sesler, Beraber ve Solo şarkı ve türküler top 10′ un ilk sıradaydılar. Nezahat Bayram, Yıldıray Çınar, Nurettin Dadaloğlu, Saniye Can ve daha niceleri notaya uygun, varını, yoğunu, tüm gırtlak oyunlarını seslerine vererek kulağımıza hoş bir seda bırakmak için bülbül kesilirlerdi.

Tüfek çıktı mertlik bozuldu, TV çıktı radyolar bozuldu evet, geride bıraktığımız en değerlilerimizden birisi, bizim yeşil gözlü emektarımız kendini tarihten silecek kumasını beklemeden bir gün, arkasında dumanlar çıkararak o yeşil gözleri pır pır etti ve kapandı. En çok onun emeği geçmişti, arkasına gelen antensiz uzun dikdörtgen radyomuz ile fazla içli dışlı olmadan TV çıktı geldi…

 

MERYEM SEREL13 Mart 2021

Bu İçeriğe Emojiyle Tepki Ver
Çok Kızdım
Çok Kızdım
0
Tebrikler
Tebrikler
0
Aşık Oldum
Aşık Oldum
0
Aşırı Duygusal
Aşırı Duygusal
0
Wuuuu
Wuuuu
0
Çok Komik
Çok Komik
0

Bir yanıt yazın